Mendil Hikayesi



Çok uzak zamanlardan gelmiş, kimsesiz bir yolcuyum ben. Eskinin kıymetlisi şimdinin
garibiyim. Yorgunum. Lakin yol yorgunluğu değil bu, gönül yorgunluğu. Unutulmuş olmanın
kırgınlığı. Dinleyecek zamanın varsa hikâyemi anlatayım sana. Sahi var mı zamanın?
Şimdilerde herkes zamansızlıktan şikâyetçi çünkü. Oysa zaman hep aynı zaman. Gelip
geçecek elbet. Anı biriktirmeye bak, çünkü hikâyelerdir sana kalan.

Bir varmış başka da çok bir şeyi yokmuş o zaman insanların. Ondandır ki ellerinde olanların
kıymeti hep bilinirmiş. Ben de o vakitlerde açtım dünyaya gözümü. Yeni doğmuş bir bebeğin
hemen yanı başındaydım. Onunla birlikte uyuyor onunla beraber uyanıyordum. Ağlarken
gözüne gülerken gamzesine dokunan da bendim. Anasından emdiği süt ağzından gelince de
yine ben yetiştim cennet kokuluya. Beraber büyüdük. Annesi bebeğine nasıl şefkatle
yaklaşıyorsa bana da öyle yaklaşırdı. Beni tertemiz yıkar ütülerdi sık sık. Bu ilgi çok hoşuma
giderdi. Derken bebek büyüdü. Okula başladık beraber. Artık eskisi kadar sık yıkanmasam da
her pazartesi görücüye çıkardım. Öğretmen derlerdi adına. Haftanın ilk sabahı besmele ile
okula gelir, sıraya girerdik karşısında. Tırnaklar da kesikse kocaman bir aferini hak ederdik.
Teneffüste çocuklarla oynamak en eğlenceli olanıydı. Bir çocuk ortada durur elinde beni
tutardı diğer iki kişi onun elinden kaptığı gibi koşmaya başlardı. 'Mendil kapmaca' derlerdi
buna. Zil çalana kadar koşturur dururlardı benimle beraber. Bir sonraki teneffüs yağ satar bal
satarlardı. Birinin ardına bırakılırdım. Eğer o kişi görürse ne ala; göremezse bir güzel dayak
atardım. Derken bizim çocuk artık delikanlı olmaya başladı. Bir gün bana ihtiyacı olmadığını
anladım. Eskisi kadar ilgi göstermiyordu. Camin önünde, ne yapıp etsem de ilgisini yeniden
çekebilsem diye kara kara düşünürken rüzgâr beni alıp götürdü.

Gözlerimi açtığımda bir çift göz bana bakıyordu. Beni kasnağa germiş iğne ile gönlünü
işliyordu. İlk defa sevda dokundu bedenime. İğne darbeleri canımı yaksa da üzerimde
bıraktığı o izler saatlerce seyretmeye değerdi. Her birinin farklı bir anlamı vardı. Evvela bizim
renklerimiz önemliydi. Kırmızı ise seni bütün varlığımla seviyorum demekti. Eflatun,
verilecek bir mektubun habercisi; yeşil, etraftan gelecek sözlere karşı uyarı; mor, beğenmenin;
mavi, vefasız sevgiliye sitemin simgesiydi. Ben bembeyazdım. Sevdanın en temiz ve saf olan
hali. Üzerime mor ve turuncu çiçekler işledi kara gözlü kız. Günlerce yüreğinin tam üstünde
sakladı beni. Aşikâr edemezdi kimselere. ''Sevda sırınan olur.'' öyle derlerdi. Bir sokakta
yürüyorduk. Ben hala sıcacık yüreğinin üstündeydim. Karşıda uzunca boylu yeşil gözlü yağız
bir delikanlı belirdi. Bizim kara gözlünün kalbi hızla atmaya başladı. Kalbinin çığlıkları beni
korkutmadı, aksine tebessüm ettim. Delikanlı etrafı gözetledi önce. Kimsenin olmadığına
kanaat getirince bizim kıza yaklaştı. Kız beni aldı eline ve selvi boyluya uzattı. Bu birlikte
büyüdüğüm dünkü çocuktu. Zaman ne tuhaf şeydi o zaman anladım. Beni eline alırken kızın
eline değdi eli. İkisinin de eli ateş gibi sinemi yaktı. Kız başı önünde gülümsedi ve hızla
oradan uzaklaştı. Bizim oğlan uzun uzun ardından baktı. Beni koklayıp yüreğinde bir ateş
yaktı. Nice ucu yanık mektuba nice tatlı söze şahit oldum bu sevdada. Lakin her alev alan şey
gibi bu aşkta bir gün söndü. Geriye bir tutam acı ve iki kalp kırıklığı kaldı. Delikanlı beni
ellerinden aldığı sevdiğine başka ellerle yolladı. Bu artık aşkın bittiğini gösteriyordu. Şiir
yazar gibi aşkını bana yazan kız beni görmek istemedi, camdan savurdu.

Bu defa tarlada çalışan bir işçinin boynunda açtım gözlerimi. Mintanı terden kararmasın diye
yerleştirmişti beni oraya. Henüz hayatlar otomatikleşmediği için bir iki kıyafetti yiğidi güzel
gösteren. Onlara da gözü gibi bakarlardı. Sıcaktan kavruldukça şakaklarından aşağı inen alın
terinden öperdim. Evine iki lokma rızık götürmek için nasır bağlamıştı elleri. Bazen o nasırlar
kanardı, beni sarardı kanayan yerlerine, öyle devam ederdi işine. Yüreğinde ailesinin sevgisi,
itikadında Allahın rızası vardı. Onunla geçen zamanlarımı hep onurla hatırlarım.
Bir arife günü saçlarına aklar düşmüş adam içime rengârenk şekerler ve para koydu. Ertesi
gün bayramdı. Çocuklar da bayram etmeliydi. Tek tek sardı eşiyle beraber ve bir kurdele ile
bağladılar içimdekileri düşürmeyeyim diye. Güzel kokular sürdü hanım ve beni süslü bir sepete yerleştirdi. Bayram bayram oldu. Çocukların neşesini görmen lazımdı. Sevinçten
başları göğe erdi. En heyecanlı olan ise kendi sevdikleri renkteki şekerleri bulma oyunuydu.
Bulanların değme keyfine. Bulamayanlar mı? Bu oyunda kaybeden yoktu. Çünkü bugün
bayramdı.

Hacca gitmişliğim bile vardır benim. O zamanlar Hacer’ül Esved’e sürerlerdi yüzümü. Sonra
da getirip eşe dosta hediye ederlerdi. Benden kıymetli hediye yoktu. Hacı idik. Sahi sana hiç
hacı hediye edildi mi?

Daha neler neler yaşamadım ki. Gül ve amber damlatıp üstünde taşırdı kimi. Kimi ise
unutkanlığından dem vurduğu için eylerdi yanında. Hatırlaması gereken bir şey varsa ucumu
düğümler cebine koyardı. Unutkanlık hastalık derecesine ulaşmıyordu eskiden. Utangaç
kadınlar yüzünü saklardı. Bilmezsin o zamanlar utanırdı kadınlar ve yanaklarındaki o allık
daha da güzelleştirirdi onları.

Bazen yoldaşlık ederdim bir yolcuya. Ekmeğini, katığını bana sarar yola koyulurdu. Bazen bir
halaya eşlik eder, bazense çeyizlerin en kıymetli parçası olurdum. Matbaa yaygın değilken
okuntu olmuşluğum bile var. Okuntu'yu bilir misin? Affedersin senin yeni yetme olduğunu
unutmuşum. Okuntu, önceden düğün davetiyesi yerine eşe dosta gönderilen yeni yuvaların
habercisiydi. Şimdilerde siz davetiyeleri çöpe atıyorsunuz sanırım. Bizi kimse çöpe atmazdı.
İşe yarardık. İnsanlar değer bilirdi, elindekini değerlendirirdi.

Türkülerden geçtim ara sıra. Üsküdar’a giderken beni bulan mı dersin, mendilinin içine lokum
dolduran mı ararsın? Hepsi vardı. Kimi sevdiğine bana benzemediği için kızardı. ‘’İpek
mendil değilsen cebimde gezdireyim.’’ Aslında sevdikleri cebinde gezerdi de bazısı bunu
bilmezdi. Bilenler ''Ben yârimin ismini mendilime işledim.'' diye oynak bir hava tuttururdu.
Mendile yar adı yazmak sevdiğini gönlünde taşımak demekti. Örneği gönüldü. Gönle baka
baka mendile geçilirdi sevda. Sevda varsa türkü de vardı, şiirde. Sahi şimdilerde türkü yazan
var mı?

Bir zaman geldi televizyon diye bir şey peyda oldu her evde. Sene 1970'li yıllardı. Erol
Günaydın isminde bir adam elinde kâğıttan yapılmış isimsiz şeylerle boy gösterdi. Bize
benzetmeye çalışılmış ama bizim tırnağımız olamayacak şeyler. Sel-pak adıyla piyasaya
sürülmüş kâğıt mendillerdi bunlar. ''At o çaputi, al buni'' diye bağırıp duruyordu ekranının
içinden. İnsanlar önce garip karşıladılar. Kulak asmadılar. Çaput dedikleri bendim. Her daim
sizin yanınızda olan can yoldaşınız. Bana tercih edilmesi istenen ise tek kullanımlık gelip
geçici bir kâğıt parçası… Gelenektim ben. On beş yirmi senelik delikanlı değil, yüzyıllara
sığmayan efsaneydim. İnsanlar atmadılar uzun süre beni. Vefalıdır insanoğlu diye düşündüm.
Ancak yanıldığımı iki binli yıllara gelince anladım. İnsan çok nankördü ya da tembel,
bilemiyorum. Kolaya alıştıkça benden uzaklaştılar. Soğuk tavırlar benim fıtratıma tersti. Daha
fazla buralarda kalamayacağımı anladım. Veda ettim bir tren garında sahibime. Gözleri
yaşardı. Beni seviyordu anlaşılan ama modern zaman denilen çağa ayak uydurmak onun da
hakkıydı. Gözündeki yaşı sildim son kez. Sarıldık sıkıca. Üstümdeki gül kokusunu son kez
bıraktım ona ve kendimi salladım tren camından. Bu dönüşü olmayan bir vedaydi. Eski bir
hatıra kutusuna doğru yol alırken aklımda hep anılar vardı. Gençliğim, emeğim,sevgim...
Hiçbirini unutmak istemiyordum. Ucumu bağladım. Unutmayacaktım. Tren hatıralara doğru
yol alırken derin bir uykuya daldım.

Sen beni bulmasan hala uyuyor olacaktım. İşte benim hikâyem böyle. Biraz acı değil mi?
Gözlerin yaşardı. Senelerdir bu sandıkta hapis kalmış olsam da hala ise yararım. Hadi izin ver
sileyim gözünün yaşını. Tamam, işte oldu. Biliyorum beni tekrar o kutunun içine koyacaksın.
Bunun için sana asla kızamam. Ama sana iki çift laf etmek isterim gitmeden, müsaade
edersen tabi.

Bana eski gözüyle bakıyorsun. Zaten de öyleyim. Bundan gocunmam çünkü eski olmak
güven verir. Yarı yolda kalmamışlığı, vefayı, sevgiyi hatırlatır. Ben sahiplerimle bir bağ
kurmuşumdur. Gönül bağı. Ve ölene kadar sorumlusun derlerdi, gönül bağı kurduğun insanlardan. Onlar beni unutmuş olsa da ben onları unutamam. Kırgın da değilim. Tekrar
hayatlarına buyur etseler seve seve giderim. Yüzsüzlük diye adlandırma bunu. Ben yoldaşı
olduğum insanları çok severim. Ve inanıyorum biliyor musun? Bir gün kağıt mendiler
tükenecek ve dünyayı yine biz, yani ipek mendiller kurtaracak. O zaman beni nerde
bulacağını çok iyi biliyorsun. Haydi, şimdilik vedalaşalım.

Kenarıma işlenmiş motifler kadar güzel günlerinin olması dileğiyle…

Yorumlar

Popüler Yayınlar