Arsız Bir Ölüm


   Penceremden içeri cesurca sızan ölüm. En görmemem gereken zamanda gördüğüm. Hastalığın bir kemirgen gibi beynimi yediği zamanlarda zihnime oya gibi ördüğüm..

   Orada işte. Hemen arka bahçede bir at arabasının üzerine uzanmış bembeyaz yatıyor. Gök renklerin en donuk olanı griye bulanmış. İnsanlar ise ölümden korkup evlerine sinmiş. Perdeyi kaldırmadan baktım göz ucuyla. Soğuktu ölüm ve havayı da soğutmuştu. Kaloriferleri açtım ısınmak için ve çalışmak üzere masanın başına geçtim. Isınıyordu yavaş yavaş oda. Kahvemden bir yudum alıp önümdeki kitaba daldığımda çoktan unutmuştum ölümü. Ya da ölümün beni unuttuğunu sandım.
 Dışarıda bir çığlık. Tekrar pencereden baktığımda iri yarı kel kafalı bir adamın ufak bir kız çocuğunu taciz ettiğini görüyorum. Camı açıp bağırmalı mı yoksa polisi mi aramalı karar veremiyorum. Etrafı süzüyorum, kimse bir şey yapmıyor küçük kızı kurtarmak için. Karşı evde yaşlı bir kadın, yaşlı gözlerle olayı izliyor. Benim gözlerim bile yaşarmıyor. Telefonu elime alıp 155’i tuşluyorum. Bir taraftan da pencereden olanları izliyorum. Küçük kızın çığlıkları çok tiz ama ben o kadar iyi duyamıyorum. Tam arama tuşuna basacakken at arabasında yatan ölüme takılıyor gözlerim. Korkuyorum. Bir sapığın elinde vahşice öldürülmek fikri bedenimi kaskatı yapıyor. Hareket edemiyorum ya da etmek istemiyorum. Perdeyi kapatıp tekrar masamın başına geliyorum. Kulaklığımı takıp son ses bir müzik açıyorum ve bu anın bir an önce geçmesini istiyorum.
Zaman ki yüzyılları aşıp geçip gidiyor. Bu an da bana veda edip yola koyuluyor. Akşam haberlerini açıyorum. Altı yaşında, sarışın ela gözlü bir kız çocuğu tecavüze uğramış ve parkta ölü bulunmuş. Katile sayıp söverek vicdanımı rahatlatıyorum. Dünyanın diyorum, çivisi çıkmış. Başımıza ne zaman taş yağacak acaba? Gökyüzüne bakıyorum bulut yok; bu gidişle yağmaz diyorum. Kalbimize yağmış taşlardan haberim olmadan. Birden bir hareketlilik dikkatimi çekiyor. At arabasında boylu boyunca yatan ölüm kalkıp oturuyor. Beyaz bir bezle düğümlenmiş bacaklarını çözüp sallamaya başlıyor. Yerde sürünen bir yılan dikkatini çekiyor. Yılanın tıslama sesini evimden duyuyorum. Eline alıp yüzüne yaklaştırıyor. Kafasını kaldırıp bana bakıyor. Hemen perdeyi çekiyorum. İçim ürperiyor. Babamı arıyorum açmıyor. Ağabeyim o hemen gelir. Ulaşılamıyor. Çaresiz bekliyorum. Birden aklıma salonun balkon kapısının açık olduğu geliyor. Koşarak kapatıyorum. Tüm pencereleri tek tek kontrol ediyorum. Güvende miyim?
   

   Odama geldiğimde yatağımın üzerine uzanmış ölümü görüyorum, elinde yılanla. Aman, diyorum. Bana dokunmasın. Gülüyor ölüm. Bense komik bir şey göremiyorum. Birden saçları kestane rengine, gözleri elaya dönüyor bembeyaz ölümün. Dehşete kapılarak bir adım geri atıyorum ve yılanın kuyruğuna basıyorum. Yılan ani bir hamleyle vicdanımdan sokuyor beni.   Yere yığılıyorum. Yılansa pencereden geçerek bahçeye süzülüyor. Ölüm ise bana bakıyor. ‘’Yardım et ambulansı ara!’’ diyorum. Ölüm telefonu eline alıp 112’yi tuşluyor. Tam arayacakken dudaklarına tuhaf bir soğukluk yerleşiyor. Gitgide bana benziyor. İki kardeş olduğumuzu bilmesem ölüm benim ikiz kardeşim derdim. Bilmesem ki aynalardan korktuğum için odamda ayna yok, aynada kendime bakıyorum zannederdim. Ölümde kendimi görüyorum. Ve ben ölüyorum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar